Quantcast
Channel: Ruhsuz Atmaca
Viewing all 431 articles
Browse latest View live

90'larda Çocuk Olmak: Oyunlar-2

$
0
0

90'larda oynanan oyunları anlattığım yazının üçüncü bölümüne geldik. Eğer diğer yazıları okumadıysanız aşağıdaki linkten yazıya ulaşabilirsiniz.
90'larda Çocuk Olmak: Oyunlar
- 90'larda Çocuk Olmak: Oyunlar-1

Bugün yazacağım bu yazı serinin son yazısı olacak, elimden geldiğince bu yazıda 90'ların en popüler oyunlarını yazmaya çalıştım...

11- Saklambaç
Hangi dönemde yaşarsanız yaşayın, ben çocuk olduğum dediğiniz anda akla gelen ilk oyundur. Herkesin kimi zaman severek, kimi zamanda (ebe olduğunda) kızarak oynadığı oyundu. Verdiği eğlence ise çok farklı ve her oynayan için değişik bir anlam içerirdi. Mahallenin gençleri, çocukları daha doğru olur, toplanırdık. Ebe işte tekerlemelerle sayılarak belirlenir ki, her zaman ebe olan "hile yaptınız derdi." (bazen kasıtlı olduğu olurdu.) Sonra ebe bir evin duvarına kolları alnına gelecek şekilde (küsme pozisyonu) durur, yüze kadar sayar ve diğerleri, ebenin onları yakalayamayacağı yere saklanırdı. Ebe sayımını bitirdikten sonra " önüm arkam sağım solum ebe, saklanmayan ebe" der arkasını dönerdi. Ve gördüğü kişi, az önce küsme pozisyonu alarak durduğu duvarda ismini söyleyerek "sobe" derdi. Daha sonra herkes sobelenen ve sobelenmeyen herkes -ebe gene küsme poziyonunda arkasını dönerek- arkasına dizilir. Buna da ekmek kuyruğu derdik. Ebe, kaç kişi varsa o kişi arasında bir rakam söyler o kişi eğer sobelenmediyse ebe yeniden kendini duvara yumar ebe olurdu.
Çocukluk dönemim en iyi ve en verimli oyunudur diyebilirim. Çokça oynadığım ve çokça eğlendiğim bir oyundu. Bu oyunu oynayan herkesin aynı hissi aldığını düşünüyorum.

12- Yakar Top
Yakar top da 90'lar da çokça oynanan oyunlar arasındaydı. Oynama şeklini hatırlayacak olursak, İlk önce bir oyun alanı çizilir. Daha sonra, yazı tura ya da tekelerme söylenerek( grup başları yani iki arasında sayılır sonra kim kalırsa o kazanır) topun hangi gruptan başlanacağı belirlenir. Her grup bir kaleci belirler ve bu kaleciler orta çizginin ayırdığı iki alandan birine geçer, tabi kendi grubundakileri vurmamak için grubunun olmadığı tarafa geçer. Bu oyunu ortada sıçan oyunununa benzetebilirsiniz fakat farklıdır. Bu oyunda kimse can alamaz, vurulan kaleye geçer, topun değdikten sonra siz değerse canınız yanmaz. Eğer vurulursanız, top yere düşmeden biri tutarsa gene vurulmamış sayılırsınız. Birde kaleciniz topu tuttuktan sonra size attığında eğer size değer ve yere düşerse gene bir sıkıntı olmaz. O yılların popüler oyunlarından biriydi yakar top...

13- Körebe
Aslında sokak oyunları kategorisine girmeyecek oyunlardan biridir. Sokakta oynamak, büyük riskleri kabul etmek demektir. Fakat, 90'lı yılların popüler oyunları arasında yer alan oyunlardan biriydi. Oynanma şeklinde gelince: Körebe, ilk önce bir ebe belirlenirdi. Daha sonra bu ebe belirlendikten sonra gözü bir eşarp ya da mendille bağlanırdı. Daha sonra diğerleri ebeye dokunarak onu kızdırmaya çalışırdı. Daha sonra körebe birini yakalarsa, yakaladığı kişinin yüzüne dokunarak, onun kim olduğunu söylerdi. Eğer doğru bilirse, yakalanan kişi ebe olurdu, yanlış bilirse ebe olmaya devam ederdi. Bu oyun aklıma geldiğinde "alttan bakıyor" şeklinde attığım çamurlar, iftiralar gelirdi. Eee ebe ne kadar eğlenceli olsa da  ebe olanlar hiç eğlenemez ve ebe olmak zor iş.
14- İstop 
Çocukluğumda, arkadaşlarımla çokça oynadığım bir oyundu. Bir ebe olurdu ve bu kişi topu, bir kişinin ismini söyleyerek olabildiğince yükseğe ve ismini söylediği kişinin tutamayacağı bir şekilde atardı. Topu havaya attığı andan itibaren ismi söylenmeyenler alandan uzaklaşmaya çalışırdı. Eğer ismi söylenen topu havada yani yere düşürmeden yakalarsa aynı şekilde topu isim söyleyerek atardı. Eğer top yere düşerse, ebe olur ve topu diğerlerine çarptırarak, onları ebelemeye çalışırdı.
Zamanlar geçtikçe anlaşılıyor bazı şeylerin değeri. Unutulmaya yüz tutsa bile onu yaşayanlar bir şekilde yaşatıyor. Düşünceler yaşlanıyor fakat yaşamda yerini aldığı için unutulmuyor. Tarihin dozlu raflarında çıkıyor insan yüzüne. Bende bu iki bölümden oluşan bu yazılarda bir şeyleri hatırlatmaya çalıştım. Aralarında hatırlamadığım çok oyun vardır. Benim oynadığım, oynamadığım fakat bildiğim oyunlar. Bu yazıyı okuduğunuzda, bildiğiniz bir oyun varsa yorum bölümüne oyunun adını ve oynanma şeklini yazabilirsiniz. Belki, oradan çıkan derlemeye göre bu yazıya ek bir yazı yayınlayabilirim. Şimdiden teşekkür ederim. Umarım yazdığım bu yazılarda sizlerde bir takım duyguları canlandırmışımdır.

Atmaca'nın İsyanı-4: Eylem ve Sağduyu-2

$
0
0
(Yazıyı okumadan önce bunu da okuyabilirsiniz...)
İnsanlar, hayvanlardan daha medeni derler her zaman, halt etmişler. Hangi insanın insana yaptığı zulmü; hayvan hayvana yapmıştır.  İnsanı insan yapan özellik, "düşünmesidir, düşündüğünü uygulayabilmesidir" derler, ee buna da halt etmişler derim; insan düşünebilseydi bunlar olur muydu? derim. Sorular ve sorunlar var zihinlerde. Düşülmesi çok, karar verilmesi acil olan sorular. Mantığın devre dışı bırakıldığı, duyguların planlanıp sunulduğu  günler yaşıyoruz. (Lütfen sağduyulu olalım!)

Bir takım haklı davaların, haksız olanlara kanalize edildiği, kimi saf duygulu insanlarında doldurularak gerçek davasından vazgeçtiği. Hal böyle olunca vaziyette perişan oluyor. Üzülenler üzülüyor, ezilenler eziliyor. Ne yararı var? Bunun kime bir çıkarı var? Ölenler öldü daha fazla ölen mi olsun? Dost olan insanlar düşman mı olsun? Seven, sevmeyeni mi boğsun? (Lütfen sağduyulu olalım!)

İlk günden beri hep sağduyulu olmaya davet ediyorum, gerek blogum da yazdığım yazıyla (buradan bakabilirsiniz...), gerekse arkadaş çevremde. Duyguları bir kenara bırakın, aşırıya kaçmayın, bu yol yol değil, mantıklı düşünün dedim, demeye de devam edicem. Çünkü çoğu bilinmeyen, çoğu görülmeyen olay var; sis bulutları dağıldıktan sonra ya görülür, ya görülmez. O zaman belki de "keşkeler" yükselecektir ama nafile. Susun ya da susalım demiyorum; "fakat hedefler şaştı çünkü anlam ve duygular karıştı." Bu yüzden hak ararken haksız olma durumuna geldi. (Lütfen sağduyulu olalım!)
Kin tohumları bir millete yerleşirse, onun açacağı ilk filiz; kuraklığı getirecek ilk dalga olur. Bugünümüz, dünümüz gibi değil. Eskiden "sen sus, bilmediğin konulara" karışma denirdi. Ama günümüzde herkes artık bireyliğinin farkında, sorumluluklarını da biliyor; fakat uygulamada sorunlar yaşıyor. Biz çok farklı, çok güzel bir milletiz, duygularımızın farkındayız ve onlardan şikayetçi değiliz. Olanlar var olacaklarda olacak fakat sağduyulu olmalıyız. Birbirimizi kırmayalım; oturalım düşünelim, hak arayabileceğimiz yer artık burası değil; hak arayacağımız yer yasalar ve yasal gereklilikler. Lütfen bir dakika durup sakin olalım ve düşünelim "eğer bugün bunu yapıyorsam yarın ne olacak, kime/ne/nasıl zararım dokunacak.""Sağduyulu olmak erdemdir!" bu erdeme lütfen ulaşalım. Fevri davranmaktan şiddetten uzak duralım. Eğer bir sıkıntımız varsa; onunda ödeşme günü gelecektir elbet: "Keser döner sap döner bir gün gelir hesap döner". Fakat hak arama yöntemi bu değil, bu yol karanlık, zararı fazla lütfen sağduyulu ve sakin olalım..!

Not: Sosyal medya araçları, ucu açık bir paylaşım sitesidir. Türü ve adı ne olursa olsun, verdiği mesaj ve uygulanma biçimi aynıdır. Bu yüzden paylaşım yaparken, yapacağınız paylaşımları teyit ederek yapın. Yanlış bilgi kötü sonuçlara yol açabilir!

Kısa Dipnot-22: Sosyal Medya Bilinci

$
0
0
Sosyal görünümlü asosyal köylüyüz. Günümüzün en temel durumu budur. Gelişen bir dünya, yetişen genç nesiller ve onların esir oldukları sosyal olma sevdası. İletişim araçları artık gelişiyor, her gün bir yenisi eklenerek yoluna devam ediyor. Fakat hayatımıza o kadar bilinçsiz giriyor ki; biz de bodoslama şekilde onlarla tanışıyoruz.

İnsan eğer, bir konuda eğitilmezse; o konu hakkında yapacağı her şey ya kendisine ya da etrafındakilere zarar verir. Eğitim insan hayatının en önemli parçası ve bedeni üretiminin en önemli niteliğidir."Görünen köy klavuz istemez "diye bir söz vardır, herkesin bildiği ve çoğu kez kullandığı. Eğer insan eğitilmezse insanın neler yapabileceğini ne tür zararlara yol açabileceğini görmek hiçte zor olmayacaktır.

Bilinçsizlik insanı bir takım girdaplara götürür, sonunu göremediği, yolunu bilmediği bir yola sokar ki, geri dönmesi imkansız olur. Sosyal medya günümüzde insanların hayatında önemli bir yere ve önemli bir role sahip. Az buçuk bilgisayar kullanmasını bilen ve imkanı olan herkes bu ortamlarda yerini almakta ve aktif olarak sosyal medya hayatını daim etmektedir. Fakat bu ortamların bilinci kimsenin zihninde tam oturulmadığı için burada yapılan her şey, her durum ciddiye alınmaktadır.

twitter, facebook, google+, diğer sosyal medya araçları

Son günlerde yaşanan ve ülkemizin gündemini uzun süre meşgul eden belki de daha da uzun bir süre meşgul edecek "Gezi Parkı" olaylarının çıkış noktası da sosyal medya ile olmuştur. Bu ortamda paylaşılan bir fotoğraf sayesinde onbinler, yüzbinler bir araya gelmiş ve şuana kadar cereyan eden olaylar meydana gelmiştir. Burada etkin rol oynayan twitter, televizyon ve radyo gibi halkın anında haber almasını sağlayan yayın organlarının yetersizliği yüzünden etkin rol oynamış bilinçli ya da bilinçsiz olarak paylaşımlarda bulunulmuştur.
Fakat, bu tip sosyal medya organları ucu açık ortamlardır. Olay sıcakken herkes yapılan her duyuruyu, her bilgilendirmeyi ciddiye almıştır. Yalan haberler doğru diye lanse edilmiştir. Çünkü bu ortamda milyonlarca kullanıcı var ve diğerleriyle ulaşımını bir "retweet" sağlıyor. Yazımın amacı aslında bu olaylardan bağımsız; fakat yaşanan bu olayın bir örnek teşkil ettiği ortada. Birçok sosyal medya aracı var: facebook, google+, twitter, linkedln ... Bunlarında bünyesinde bulundurduğu farklı farklı insanlar ve birbirinden farklı görüşler var. Kimisi bir amaç için o hesabı kullanıyor, kimisi ise sadece eğlence için.

Bu açıdan bakıldığında sosyal medya eğitimi ülkemiz için ya da ülkeler için geçerli. Önceden sosyal medya ile ilgili yazdığım yazılarda bu eğitimin okullarda olabileceğini söylerdim; fakat düşününce bunu bu ortamları açan kurum/kuruluşlarda yapabilir. Böyle bir ortamı açmadan önce yapılacak sosyolojik bir araştırma, eğitim seviyesi, kullanıcı profili gibi araştırmalardan sonra bu mecra aktif hale gelebilir. Diğer bir taraftan, böyle bir ortama kayıt olduktan hemen sonra bodoslama, olayın içinde bulmak yerine, zamanla ve eğitici şekilde yol göstererek kullanıcıları eğitebilir. Bir ay, iki ay gibi yarı aktif olmalarını sağlayabilir. Yani her şeyi devletten beklememek lazım.

İnsan için eğitim çok önemli, hangi konuda olursa olsun. İnsan eğitildiği zaman bilinç altındaki çapakların temizlenmesini sağlar. Zararlı bakterilerden ancak öyle arınır. Son zamanda olan olaylarda insanın her konuda neden eğitilmesi gerektiğini bir kez daha bize göstermiş oldu. Çünkü bilgisizlik ve bilinçsizlik kötülük doğurur...

Atmaca'nın İsyanı-5: Eylem ve Sağduyu-3 (İnceleme)

$
0
0
Günümüzün en değişilmez konusu sosyal medyanın gücü. Kim tahmin edebilirdi ki sadece üç beş tweet ya da arkadaşlarla chat yapma amacının bir birliktelik sağlayacağını. Birçok insanları örgütleyebileceğini (iyi ya da kötü) Gezi parkı olayları olmadan önce ortalık sakin ve sessizken(güllük gülistanlık iken) meğer fırtına öncesi sessizlikmiş. Bugünkü yazımda bu olaylar yaşanırken sosyal medyanın kullanama oranının ne kadar katlandığını göstermeye çalışacağım. (Yazıyı okumadan önce bu kaynağa bakabilirsiniz.)

Olayın başlangıcı sosyal medya aracı twitter dan verildi. Çoğu kişinin de bildiği gibi 27 Mayıs gecesi iş makinalarının parka girmesi ve parkta müdahale yapmasını gören kişilerin sosyal medyada paylaştığı fotoğraf sonucu gerçekleşti. O fotoğraf o kadar kişiye ulaştı ki; yaşlısı genci "Vatan millet Sakarya" moduna girdi.

Olay oluşumu ve gelişimi bir tarafa dursun; bu olayın gerçekleşmesi ve yaşanmasından en çok nemalanan twitter olmuştur diyebiliriz. Zaten kullanım açısından yeni yeni Türkiye'ye yerleşmeye başlayan bu platform bu olay sayesinde yeni kullanıcılar kazandı. Bunun dışında twitter hesabına sahip olan diğer insanlarında amaçlarını değiştirerek onları pasif durumdan aktif duruma getirdi. Verilere bakıldığı zaman 29 Mayıs'taki  1 milyon 700-800 arasındaki twitter kullanıcı sayısı 10 Haziran'da 9 buçuk milyonu geçiyor. Hani twitter çağ atlıyor desek yeridir. Twitter'a komplo kurmak istesek "olayları twitter başlattı." bile diyebiliriz. (şaka şaka)
gezi parkı sonrası twitter kullanıcı sayısı oranı
twitter kullanıcı sayısı oranı
Bu oran çok yüksek bir oran hani eşik atlamak, çağ atlamak diye de tabir edilebilir. Bugün 25 Haziran ve twitter kullanıcısı oranının yaklaşık 15 milyon olduğunu düşünüyorum. Çünkü, Başbakanda yaptığı mitinglerdeki eleştirileri ve iktidarında sosyal medyanın gücünü görmesi oradan da bir kullanıcı getirisi olacağını düşünebiliriz.

Kullanıcı sayısındaki bu oran bu denli artarken; atılan mesajların sayısı da aynı paralelde arttı diyebiliriz. O güne kadar sadece retweet yapan ya da güzel sözleri favorilerine ekleme gibi eylemlerde bulunan kullanıcılar; olayın cereyan etmesinden sonra bir şeyler yazmaya, bir şeyler paylaşmaya başladı. Olayın gerçekleştiği ilk dört güne bakarsak mesaj yoğunluğun ne derece tavan yaptığını görebiliriz.

gezi parkı sonrası tweet atma oranı
twitter mesaj atma oranı
Resimde verdiğim oranlara bakıldığında aradaki uçukluğun ne kadar fazla olduğunu görebiliriz. Dört günlük bu süreçte mesaj trafiğinin ilk güne göre iki katından fazla arttığını görebiliriz. Hani rakamlara bakmanın dışında verilen reaksiyonun ne denli şiddetli olduğunu görmek çokta zor olmaz herhalde.

Tabi o günlerde twitter'ın kullanılmasının en temel nedeni medya organlarının olaya olan duruşlarıyla alakalıydı. Yapılmayan haberlerin sonucunda kulaktan kulağa yayılan (bizde meşhurdur.)  "abi twitter varmış" hesabı tüm odakları kendisine geçti. Zaten telefon konusunda %75-%80 imiz dokunmatik ve türevi olduğu için (en azından beni görüdüğüm oran o ) hesap açmak ve kullanmak pekte zor olmadı. 

Son olarak; twitter hashtagları ile ünlüdür, hani onun için kullananları bile vardır. Yaratıcılığı geliştirdiğini düşünen biriyim. Çünkü genelde absürd şeyler paylaşılır ve insanları birazda yaratmaya yönlendirir. Bu olay süresince paylaşılan hashtaglara bakaca olursak;#direngeziparkı (2 milyon civarı ), #direnankara ( 1,5 milyon), #occupygezi (850 bin civarı ) tweet almış. Yalnız bunlar hala tweet aldığı için oranlar artabilir.

Görüldüğü üzere yeni neslin interneti bu denli kullanması, bir olayın dışavurum platformunun bile değiştiğini görüyoruz. Olaydan önce pek çoğu tarafından bilinmeyen bu ortam şimdi herkes tarafından biliniyor. (Twitter iyi reklam yaptı vesselam) İyi yada kötü artık herkes twitterı biliyor ve onun hakkında yorum yapabiliyor. Olay bu denli sıcakken geçen yazıda da belirttiğim gibi sosyal medya eğitiminin ve kullanıcılarının bilincinin arttırılması gerek. Bu platformlar her ne kadar zararsız görünse de günümüzde yaşanılanları düşünürsek durumun yani eğitilmenin ne denli önemli olduğunu anlayabiliriz. Son olarak bu olayla ilgili her yazıda söylediğim/ yazdığım ( bknz 1, bknz 2 ) gibi lütfen sağduyulu olalım, sağduyulu olmak erdemdir...

Kısa Dipnot-23: Hedef

$
0
0
Hayat bu denklemlerle dolu, çözülmesi gereken onca problem, alınması gereken onca önlem var. İnsan dünyaya her zaman 1-0 geride başlayarak doğar. Nasıl bir ortama geldiğinin, nasıl insanlarla tanışacağını bilmediği bir ortamda doğar. Buna da "takdir-i ilahi" denir. Kaderinde yazılan çizgileri bu takdir-i ilahi dediğimiz kilit cümle belirler her zaman.

Yaşam çamurlu bir yol, engebeleri olan, yokuşları dik ve bir o kadar da kalabalık. İnsan kendi penceresinden baktığında, amaçları doğrultusunda ilerlemeyi hedef edinse de, onun gibi milyarlarca insanda belli hedefle bu yolda ilerler.  Hedefler her zaman insan hayatının var oluş sebebidir. Et parçasını, ya da başka bir değişle insanı bir hayvan sınıfına girmekten kurtaran sebeplerden biridir.

"Hedefsiz insanlarda vardır" diyen bir kişi bu hayatta insanları ne kadar yanlış yorumladığının farkında değildir.   Eğer doğru bir yorum yapabilseydi, bir insanın temel ve yegane hedefinin, amacının yaşamak olduğunu bilirdi. Bilinmelidir ki, yaşamak zor ve her geçen günde zorlaşmakta. Yaşam standartlarının insanlık tarihinin gelişimiyle, zorlaştığı ve insanların artık yaşamak için başka insanların haklarını gasp ettiğini görebiliyoruz.

Artan insan nüfusu ve buna bağlı olarak devletler tarafından karşılanmayan insani ihtiyaçlar, bazı insanların tek ve yegane hedefi olan yaşama hedefini elinden almaktadır. Bunun tek sebebi ise gelişen ve vahşileşen insan hayatı diyebiliriz.

İnsan her zaman bu dünyaya yenik başlar, çünkü belkide olmaması gereken bir ailede gelmiştir hayata. İlerde olabileceklere set koyabilecek, belkide bunun dışında belli şeyler için imkanı yetmeyecek bir ailede dünyaya gelir. Fakat, tek yegane olan yaşamaktır, yaşamak için elde etmek. Buna set koyabilecek kimse yoktur. İnsan tek başına bir ordu gibidir ve anne karnından ayrıldığı ilk günden itibaren tek ve değişmez hedefi olan yaşamaya ulaşmaya çalışır. Belki iyi, belki kötü bir yaşam olur ama bunlarda yaşamın etrafına konulan süsler olur...

Bir Yalnızlık Hikayesi-2 : Uzun İnce Bir Yol

$
0
0
İnsanlar belirli bir yaşa geldikten sonra orta okulda, lisede, üniversitede ya da hiç okumadan kendilerini hayat denen sonu görünmeyen ve karşısına ne çıkacağı belli olmayan girdaba atıyor. Kimileri 1-0 önde başlarken, kimileri de çok geriden başlıyor. Kat etmesi gereken onca yol varken bulduğu şansları değerlendirmesi gerekiyor.

Önceden veya zamanla belirlediği hedeflere ulaşmak için elinden geleni yapıyor. Adil bir insan olduğunu düşündüğünde kademe kademe ilerlerken, "yok bu böyle olmaz. Bu şekilde ancak ölünce hedefime ulaşırım." düşündüğünde ise elindeki bütün çirkeflikleri kullanma yoluna gidiyor. Haklıyı, hak edeni ezerken, kendi mutluluğunun, kendi açlığının peşine düşüyor. Küçük ezilmeler yaşıyor; fakat büyük ezmeler yaşıyor. Eskileri silerken, yeni olanlara kucak açıyor.

Hayat zor, bilindik ezbere bir matematik sorusu değil, çalışıpta çözülebileceği yada başkasından kopya çekilecek bilgiler içermiyor. Herkesin durumu ve konumuna göre çizilen yolu ve ilerlemesi gereken yöntemleri var. Belki de hayata anlam veren bu belirsizlik ve birbirine benzemeyen hayatlar bütünüdür. İnsan hayat ve zihin dünyası sonu olmayan, sonu görünmeyen bir yol gibidir. O yolun bir noktasından yürümeye başlarsın, hedefin hep o sona ulaşmaktır; fakat her yaklaştığında o aydınlık çizgi senden uzaklaşmaya başlar.

insan hayatı, yalnızlık,uzun ince bir yol

Yolda yürürken yağmur yağar, kar yağar, güneş açar. Duygularınla başlarsın bazıları o duyguları seni kandırarak alır. Bazen hedeflerin doğrultusunda ilerlerken birileri gelir, "Geri dön kardeşim, bu yolun sonu yok" der, seni umutsuzluğa düşürür. Bazen o kadar sıcak olur ki, yolun kenarındaki asfaltın orda çömer ve düşünürsün, "dönersem ne olur, ilerlersem ne olur." Fakat her şey azime bağlı, yol üzerinde ilerlerken tekme tokat dayak yemek zorundasın. Bir şeylerini feda etmelisin, birini sevmelisin, birine sevdirmelisin kendini. Ve bu yol üzerindeki ödevlerini tamamladıktan sonra o gördüğün ulaşılmaz ışık birden tamda önüne gelir. O zamanda ne kadar doğru adım attığını anlarsın...

Engelleri Aşalım-1: Saygı

$
0
0
Ruhsuz Atmaca blog dünyasına girdiğinden beri hep farklı konularda yazmaya bir şeyler anlatmaya olabildiğince bir şeyleri göstermeye çalıştı. İnsanları biraz daha düşünmeye, empati kurmaya ve içlerinde var olan ve kullanmadıkları saygı kavramını, kavramlıktan çıkarıp uygulamaya geçirmeleri gerektiğini söylemeye çalıştı. Bu süreçte, bu yazıya gelene kadar yaklaşık 95 yazı yayın hayatına geçirdi.  (bunların belli bir dönemi önceki blogundan kalan yazılardır. ) Düşünmek-Tartmak-Uygulamak bu bağlamda yazılarının profilini oluşturmaya çalıştı. Olabildiğince ne X in görüşünü ne de Y nin görüşünü anlatmaya çalıştı. Kendi penceresinden "bunu yapın"şeklinde değil de "birde buradan bakın yada birde böyle bakabilirsin" demeye çalıştı. Birinci yaşını doldurmaya az bir süre kala çeşitli konularda alt başlıklı yazılara imza attı.

Blog dünyasına giren ve bu dünyada var olan her blogcunun zamanla oluşan bir sosyal sorumluluğu vardır. Bu durum hangi konu veya başlıkta olursa olsun en azından olması gereken durumdur. Bu yüzden uzun zamandır düşündüğüm engellilerle ilgili yazı başlığını bugün itibariyle açıyorum. Ne kadar yazarım bilmiyorum, ne yazarım bilmiyorum ama başlangıç iyidir. En azından bu yazı bile biraz duyarlılığa yardımcı olabilir. Amacım onların durumunu daha da konuşulur duruma getirmek, yazılan bir söz illaki görüldüğünde "ha bunlarda varmış" dedirtebilir.

Herkes bu hayatta dört dörtlük doğmuyor, yada yaşamını daim ederken dört dörtlük yaşayamıyor. Başladığın yolun başında ya da ortasında, sonunda bir takım olaylarla karşılaşıyor. Bazı kayıpları oluyor ve biz buna hayat diyoruz. Herkesin hayat hikayesinin kapağı güzel jiletinlerle süslenmiş olmuyor, kabartması olan yazılara da sahip değil yada kuşe kağıda baskılı, özel sayfalar... Böyle bakıldığında bir insanın diğer insanın yaşamını tanımalı ve ona saygı duymalıdır. Yaşam zor, yaşamak zor. Fakat, bu hayatta yapılacak ödevler arasında bunlarda var. Tam anlamıyla yorumlayabileceğim bir istatistiki veri bulamadım ama bu kaynağa göre:
Türkiye istatistik kurumunun verilerine göre yüzde olarak, görme engelliler 8,4, işitme engelliler 5,9, dil ve konuşma özürlü 0,2, ortopedik engelli 8,8 , zihinsel engelli 29,2, ruhsal ve duygusal 3,9,türeyen hastalıklar 25,6, çoklu özür grubu 18,0. Cinsiyet oranında bir araştırmayı sizlerle paylaşmak istiyorum, gene yüzde olarak gerçekleştirilmiş. Özür grupları içinde erkek nüfusun 67'si görme 57,5'i işitme özürlü 67,0 dil ve konuşma özürlü 56,2 ortopedik özürlü, zihinsel engelli 61, ruhsal ve duygusal engelli 67,9, türeyen hastalıklar 56,2. kadınlara geçecek olursak görme 33, işitme 42,5 dil ve konuşma engelli 33, ortopedi 43, zihinsel özürlü 38, ruhsal ve duygusal 32, süreğen hastalıklar 43,8 çoklu hastalıklar 46,5. Bu oranın çoğu kentte yaşarken nüfusun yüzde kırka yakın kısmı kırlarda yaşıyor. Alıntı 
 Hal böyle olunca büyük bir oranda o ya da bu şekilde vücudunu verimli halde kullanamayan insanlar var. Ve bu insanlar o vücudu bir ömür boyu kullanmak zorundalar. (O vücudu kullanıp değerini bilmeyen insan sayısı ise bir hayli fazla. )

Günümüz dünyasında; kadının erkeğe, erkeğin kadına, yaşlının gence olan saygı durumunun içler acısı olduğunu düşünürsek bu durumun bir hayli zor olacağını bilebiliriz. Zihinsel engelli insanları bir yana koyarsak -çünkü onların normal yaşantıda normal insanlar gibi olmasının zor olduğundan- fiziksel engelli vatandaşları normal dünyaya kazandırabiliriz. Hani acıma duygusunu bir yere bırakıp, onları da normal insan gibi görmeliyiz, normal insan gibi hitap etmeliyiz ve normal insan gibi karşılamalıyız. Yapı olarak acıma duygusu o insanlarla aramıza bir set çekmeye neden olur, çekilen her set/ engel onları ötekileştirmeye ve normal yaşamdan uzaklaştırmaya neden olur. Bu yüzden herkese olduğu gibi onlara da "saygı" göstermeliyiz.

Yavaş yavaş normalleşme ortamı da oluşuyor aslında, mecliste engelli bir kadın milletvekilinin olması ve orada hakların savunulabileceği anlamına gelir.Yaşayan insan, çözümü daha iyi bulabilir.(Şuana kadar durum nedir esasen bilmiyorum öngörü sadece ) Çağın gelişmesiyle sosyal medya organlarında haklarını ve şikayetlerini iletme gibi durumlar olabiliyor.

Kapsam olarak herkese düşen bir görev vardır. Engelli olan insan kendisini iyi ifade edebilmeli ve karşısındaki insanda (yetkili) onu dinlemeli. Yakın zamanda belediyelerin yollara döşediği görme engelliler için olan kaldırım taşları (adını bilmiyorum) iyi ve pozitif bir adımdır. Hala eksikler olsa bile merdivenlerin yanlarına yapılan yürüme engelliler için iniş-çıkış yolları da gördüğüm şeyler arasında. Ayrıca  kamu kuruluşlarında çalışma imkanları olarakta kapsamlar artmakta. (Eksikler var ama adım olarak olumlu)

İletişim açısından beklentim ise televizyon yayınlarında engellilerin imkanlarını kolaylaştıracak imkanlar sunulması. Okan Bayülgen programında işitme engelliler için işaret dili anlatan birini kullanmıştı. Bu olay kapsam olarak genişletilebilir. Örnek olarak filmler alt yazı seçeneği sunulabilir, programlarda Okan Bayülge'nin yöntemi kullanılabilir. Çünkü onlarda belirli bir izleyici profilini oluşturuyor.


Son olarak; elimden geldiğince kısa kısa anlatmaya çalıştım, yazıyı yazma amacım saygı kelimesini bir kez de engelli insanlar için telaffuz etmekti. Bilinmelidir, engelli insanlar normal insanlardan daha da yetenekli olabilir. Son yıllarda bunun en büyük örneğini 2012 Olimpiyatlarında Güney Afrikalı atlet Oscar Pistorius'dur. Özel hayatını bir yana bırakırsak başarısını göz önünde bulundurursak onlarında şans verilirse ne denli başarılı olacaklarını görebiliriz. Yazıyı yazma amacımı dediğim gibi "saygı", yok olmaya yüz tutan bir kavram ama birde bu konu için dillendirmek istedim... Ayrıca twitterdan #engelleriasalimşeklinde tweet atabilirsiniz.

Not: Blog yazılarının okunma durumundan dolayı yazıyı olabildiğince kısa tutmaya çalıştım. Yazıyla ilgili eksikler olabilir,  bunun hakkında görüşünüz ya da fikriniz  olursa iletşim formundan ulaşabilirsiniz ya da yorum yazabilirsiniz.

Tatlı Münakaşa

$
0
0
Modern dünyanın, modern insanları fakat modernleşmeye ayak uyduramamış basit hayatlar. İnsanlarda her zaman olmayacağı bir dünyanın insanı olmaları istenir. Gerek iş hayatında, okul hayatında ya da aşk hayatında bu hep böyledir. Olmayacağı, olması gereken insan modeli.

Zaman değişse de dönemler dönemleri, yıllar yılları kovalasa da bu hep böyledir. Hiç kimse karşısındaki insanın esas olması gereken modelde kalmasını istemez. Çünkü aklında bulunan insan konsepti bu değildir ve hemen olması gereken kişiye dönüşmesi gerekir.

Basit örneklerle inceleyecek olursak; babalarımız her zaman kız ya da erkek çocuklar olsun onların hayatlarına karışmıştır. Hep kendi kafasındaki insan olmasını istemiştir. (tabi ki bu bir iyilik yanlış anlaşılmasın) Bu tip bir durumu yaşayarak büyüyen bireyler hep özgürlüklerinden muzdarip olmuşlardır. Bir baskı ve tatlı korkularla büyümüşlerdir. Bu durumun pek zararı olmamakla birlikte en belirgin zararı diyebileceğimiz durum cesaret konusunda olmuştur. Genelde bu tip durumla büyüyen bireyler bir işe atılırken ya da bir eylem yaparken “Acaba yaparsam ne olur? Ne derler? Doğru olur mu?” gibi sorularla boğuşmak zorunda kalırlar.

İnsan büyüme sürecinde ondan önde olan insanlardan tavsiye almaları tabi ki önemlidir. Yanlış atılacak her adım ilerisini uçuruma götüreceği için yaşayan insanların deneyimlerinden faydalanmak önemli ve gereklidir. Fakat bu olay baskı ve diktaya dönüştü zaman insanın isyanı ve durumu olması gereken durumun tersi yönüne dönüp ona zararlar vermektedir...

Kötü Blogger Olmak İçin Yapılanlar/Yapılmışlar...

$
0
0
Başlığı belirlerken esasen ikilemde kaldım: "Blogger olmak, iyi bloggerler için bıdı bıdılar vb. şeyler aklıma geldi ama böyle daha dikkat çeker ve okunabilir olduğunu düşündüm. Gelelim konumuza, günümüzün favori işlerinden biri, bir blogger hesabı alıp belli bir süre döktürmek sonra sıkılıp bir güzel terk-i diyar eylemek. Kimse demez ki:

 Neydi ne oldu, 
Neyden dolayı oldu da, 
Terk-i diyar eyledin bu amansız diyarı/kalbi.

Şiirde yazdım bloggerı kişisellikten çıkarıp "Ruhsuz Şair" adı altında şiir mi yazsam. Neyse bana göre değil twitterşiir konusunda bana yardımcı oluyor. Blogger kapsam olarak ucu açık bir platform; bir sosyal paylaşım sitesi gibi kullanılabileceği gibi bir günlük olarakta kullanılabiliyor. Herkesin kendine göre bir çatı oluşturabildiği, kişinin kapsamına göre özgür olabildiği bir ortam. Peki başta başlayan blog macerasını tepe taklak eden ya da ettiren nedenler nelerdir acep:
Blogger Resmi

1- Amaç Sapması
Herkes bir blog açarken belli bir amaç doğrultusunda açıyor. Bu olay aslında bütün işler için aynıdır. "Hedef Kitle" dediğimiz şeyi oluşturur bir olay. Bir ürün ortaya çıkarmışsındır ve bu ürünü kullanacak bir hedef kitle vardır. Onların memnuniyeti senin canlı kalmanı, yaşamanı, nefes almanı sağlar. Günümüzde kategorize edersek: kişisel, moda, yemek... gibi blog siteleri oluşturulmaktadır. Belli bir süre yayından sonra elde edilen bir takipçi, izleyici kitlesinden sonra bunların bazıları yayın çizgisinden saparken bazıları düzenli ve baştaki temasına göre yayınlarını devam ettirmektedir. 

Yayın çizgisinin kaymasının birçok nedeni vardır aslında; en başta gelebilecek neden ise "yetersiz"liktir. İnsanlar kendilerini bir çok konuda yeterli görebilir ama gelişimini devam ettiremezse bir süre sonra tükenme başlar bu da blogda yeni konular, yeni kategoriler açmaya neden olur. Ve blog adını "her telden" diye değiştirir.

2- Blog İsmi
Blog ismi bir blogcu için kartvizit gibi bir şeydir. Adını her söylediğinde gögsünün kabarması gerekir. Bu olayı bende yaşadım. Ruhsuz Atmaca ismini elde edene kadar 2-3 tane blogger maceram oldu. Blog isminin kötü bir blogger yaratmada durumu ise: başta her şey güzel paylaşımlar iyi gidiyor; fakat zamanla o ismin senle olan bir bağı olmadığını görünce o açtığın blogu terki diyar eyliyorsun. Bu yüzden tavsiyem blogu açmadan önce sabretmek ve ismi koymada aceleci davranmamak. İsim koymanın en temek maddesi seni ifade etmesidir. Bunun için bir not defterine koyabileceğin isimleri ya da hoşuna giden kelimeleri bir iki hafta yazabilirsiniz. Sonra bunlardan bir kombinasyon çıkarıp içinize yatan ismi "Ahanda işte buldum" deyip koyabilirsiniz. ( Benim yöntemim buydu)
En basit blogger konulan adımsoyadım.com'lar ilerisi için kötü bir blogger olmanın adımlarındandır.

3- Slogan 
Bir blogger için slogan belirlemek cidden önemli ama olmasa da olur. Benim blogumun aslında sloganı diyemem ama öyle görünen "Yazdıklarım ve Yazacaklarım Atmaca'nın Bakışında Gizli..."şeklinde bir sloganı vardır. Aslında bu Ruhsuz Atmaca'yı dünyaya getiren sözdür, yumurtasını kırıp, kalemi eline aldığı yani yazdığım ilk ve kısa yazı diyebilirim. Slogan gerekliliği blog dünyasındaki iddanın ne yönde olduğunu ya da hatırlanırlığı sağlamak, dillere pelesenk hesabı.

4- Logo
Logo bir blogger iyi ya  da kötü yapan en önemli durumlardan biridir. "İntiba" hatta buna ilk "intiba" diyebiliriz. Çünkü bir ziyaretçinin girdiğinde baktığı ilk şeylerden biri isim ve logodur ya da sadece logodur. "Hımm fantastik" dediğinde olay tamamdır. Logoda özgünlüğü yakalayanlara zaten gerisini getiriyor.
İyi Bloggerlar İçin


Gün geçiyor her saat bir blogger blog dünyasına girerken, bir blogger blogunu bloglar çöplüğüne ekliyor. Önemli olan azim ve istektir. Biraz da şans diyebilirim. Blogum da belirli bir yazı uzunluğu belirlediğim için bu yazının ilk bölümü bu kadar ikinci bölümüyle görüşmek dileğiyle...

Hayırlı Ramazanlar

$
0
0
Yazıma başlamadan önce herkesin mübarek Ramazan Ayı kutlu, mutlu, huzurlu olsun. Bin aydan daha hayırlı bugünlerde birliğin, beraberliğin, herkesin ortak payda da buluşması ve birbirine saygı göstermesi dileğiyle. Umarım bu ay her Müslüman'a her dua eden büyüğe küçüğe hayır kapılarını açar. Uzun zamandır yazmak istediğim konular arasında yer alırdı, "ibadet". İnsanların bu yaşamda varlıklarını anlamaları için yapmaları gereken davranışlar ve eylemler bütünüdür. Bir diğer açıdan bakarsak Allah'a karşı gösterdiğimiz saygıdır.

Hayırlı Ramazanlar

İnsanlar bu hayatta doğarlar, büyürler, yaşlanırlar ve ölürler. Ve her döneminde sıfırdan aldığı bu bedeni bir üst modele güncelleyerek, evrimini tamamlar. Bunu da yaşadığı her dönemi anlama ve yorumlama şeklinde yaparak gerçekleştirebilir. Ortalama seksen yıllık hayatında birçok vaka, birçok tehlike atlatır ki; bunları kendine ders çıkardığı anda hayat denilen anlamı belli olmayan bu evrende neden olduğu sorularına yanıtlar bulur.

İnsan bu hayatın bir bütünü olamadığı zaman yaşamının da bir anlamı olmuyor. Yaşamın anlamı olabilmesi için bir elmanı bir barçası, bir bütünü olmalıdır. Buda ancak ibadet, inanç dediğimiz bu sistemle olabilir. İbadet etmek, sadece eğilip kalkmak değildir, ibadet etmek birilerine para vermek, ya da 17 saat aç kalmak değildir. Aslında sıkıntı zaten bu şekilde düşünmekle ya da böyle düşünenlerle başlıyor. İbadetin ilk temeli, insanın kendini anlamasıdır. Bir insanın sadece hayatının beş dakikasını alan namazı kılarken yaptığı muhasebenin ve bunun sonucunda aldığı huzuru geri kalan 23 saat 55 dakika da alamaz. Ya da verdiği zekatın, fitrenin bu dünyada sadece "Rabbena hep bana " değil de birazda olmayanın halinden anlamanı sağlayan, eşit dağılımı sağlaması muhteşem bir durumdur. 17 saat aç kalıyorsun fakat mesele açlıksa bir yıl boyunca belki de bir ömür boyunca senin tokluğuna erişemeyenleri görüyorsun. Onlarla yaşıyorsun. Bir yıl boyunca belki bir iki kere aynı masaya oturduğun insanlarla bir ay boyunca oturup konuşuyorsun. Bunun getirdiği güzellik yadsınamaz.

Sonuç olarak; ibadetin sonucu da bu hayatta anlama ve yorumlamaya çıkıyor ve bunun sonucunda da ders çıkarmayla bitiyor. Ne kadar anlarsan o kadar insan olabiliyorsun. Bu yüzden bu mübarek ay boyunca sadece açımızdan yaşamayalım, kendi açımız dışındaki insanları da anlayalım. Umarım hayrın bol olduğu bir ay olur.

Kısa Dipnot-24: Toplum Bilinci

$
0
0
Yaşadığımız döneme gelişme çağı dedik, her anlamda yenilik, her kademede değişim girdi. Bir takım üretim ve devrimler insanlık hayatına sunuldu. İnsanlık yararlansın, yaralanmakla kalması test etsin ve bu test sonucuna göre de gelecek nesillere doğru ve güvenilir şekilde bu ürünü bıraksın. Çoğu yazımın da konusu olmuştur, "sosyal medya". Hep bir eleştiri yapmışımdır, olabildiğince de öz eleştiri olmuştur bu tür.

Bugün bir sosyal medyanın diğer bir eleştirisini daha sizlerle paylaşacağım, sosyal medyanın gençler üzerindeki etkisi. Bilgisayar teknolojinin gelişmesi ve buna bağlı olarak her eve bu bilgisayarın girmesiyle bir de buna internetin eklenmesiyle insanlarımız içinden çıkamaz sorunlarla karşı karşıya kaldı. 90'lı yıllarda parası olanın alabileceği bilgisayara artık rahatlıkla alınabilmekte ve sorunlarını da yanında getirmektedir.

Her şey ihtiyaçtan dolayı meydana gelir. İnternet sadece araştırma ortamı olarak üretilseydi ve insanlara böyle yansıtılsaydı belki de gereksiz bir üretim olarak yerini alacaktı. 7/24 başında uyunulan, bazılarının sadece başında yenile yaptığı bir araç olmayacaktı. Her şey ihtiyaç, bu yüzden geliştirilen sosyal medya ortamları da bir ihtiyacın ürünü.

Doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılır olsa da vermek istediği bir takım mesajlar vardır. İnsanların saatlerini alsa da onlara az çok bir şeyler vermektedir. Günümüz şartlarına baktığımızda internette kullanım alanlarında ilk sırada gelir bu sosyal medya ortamları ve bu ortamda genelde bilinç dediğimiz insan şuuru neredeyse yok denecek kadar azdır. Tüketimin hayli fazla olduğu bu ortamda, amacın düşünmekten ziyade, zaman öldürme olması insanlık için çok büyük bir tehdittir.

Bu yüzden bakıldığında, bu ortamları kullanan fazlalıkla çocuklardır. Okuldan gelen, "ödev yapıcam" deyip, iki dakika da kopyala yapıştır yapılarak yapılan ödevler ve arta kalan zamanda boş işler. Bu çok büyük bir problemdir. Öyle bir problem ki sonuçları şimdi görülmeyen ama gelecekte mutlaka görülecek toplumdur. Etken toplumdan edilgene geçiştir bu olay.

Bu yüzden toplum bilincinin arttırılması gerekir. Okumak gerekir, okutmak gerekir. Uyarmak gerekir, bu gerek okullarda gerekse devlet bünyesinde belediyelerce olur. Gereksiz dağıtılan onda broşür, asılan onca saçma ilan ve yayınlanan onca saçma yayının yerine sosyal medya bilinçlendirme programları yapılabilir. Unutulmamalıdır ki, bugünün insanları yarınları oluşturulur. Eğer bugün önlem alınmazsa yarınlarımızın vay haline!

Ruhsuz Atmaca 1 Yaşında...

$
0
0
Bundan tam 1 yıl önce temelleri atılan Ruhsuz Atmaca bugün itibari ile 1 yaşını doldurmuş bulunmakta. Bu kadar uzun süre yazar mıyım? diye çelişkilerin olduğu fakat başlanılan yoldan dönülmediği bir sene oldu. Okulumun yoğunluğundan dolayı boş vakitlerimde bir ayın tüm yazılarını yazmaya çalıştığım zor ama tatlı bir sene oldu.

Ruhsuz Atmaca 1 Yaşında

Atmaca senenin başında zor bir dönem geçirdi canından çok sevdiği birini ebediyete uğurlamak zorunda kaldı, izleri hala sürse bile, üzerinden gitmeyeceğini bilse bile yavaş yavaş hayatın standart ritmi yerini almaya başladı.

Şuanda geçirdiğim bir yılın sağlamasını yapmam gerekirse yazma pratiği konusunda bir yol katettiğimi söyleyebilirim. Geçmiş yazılarımla ve yakın zamanda yazdığım yazıların arasındaki farkı bu durumu göstermekte. Başta daha çok aşk, ayrılık tarzı yazılar yazarken, yakın zamanda günceli de yakalamaya çalıştım. Ama tabi kat edilmesi gereken daha çok yol var.

Geçirdiğim bu bir yıl içersin de çok güzel insanlar tanıdım; sui, bloghocam, hayatın içinden bir tutam ben  bloggerlar tanıdım. Bunun dışında Bloglar Mahallesi de çok önemli yarar sağladı. Özellikle Bloghocam'a çok teşekkür minnettar olduğumu belirtmem gerekir.(Ya da Serdar Abi'ye, abi kelimesine kızıyor ama :) ) Çünkü en ufak sıkıştığımda ondan yardım istedim. Sağolsun hiçbir mailimi geri çevirmedi. Blogumun son halini ona borçluyum diyebilirim.

Blog dünyasında geçirdiğim bir yıl boyunca normal yazılarım dışında kategori yazıları yazdım. En önemli yazı serim "Kısa Dipnot Serisi"dir, diyebilirim. Çünkü her bölüm bir kitabın bir sayfası olarak tasarlandım. (Bazı konularda atlamalar var) Bunun dışında "Atmaca'nın İsyanı" kategorisinde daha çok Atmaca'nın hayatını etkileyen, onu yoran, üzen şeyleri yazmaya çalıştım. "Teşekkür: "Konu ve Konuk Olduğum Bloglar..."-12" kategorisinde de konuk olduğum blogları tanıtma ve yazılarımı göstermek için oluşturdum. Aslında bir yılda gereğinden fazla bloga konuk oldum. Bu da benim için bir başarı. (Yanlış hatırlamıyorsam 19 tane bloga konuk oldum. Bunların arasında birden fazla konuk olduğumda var.)

Blog dünyasında geçirilen bir yıl boyunca Ruhsuz Atmaca'nın maskotun da pek bir değişiklik olmasa da,  blog resminde birçok değişiklikler oldu. İlk haliyle son hali arasında dağlar kadar fark olduğu söylenebilir.

Ruhsuz Atmaca-MaskotuRuhsuz Atmaca-Maskotu

Maskotla ilgili çalışmalar sürmekte.

Ruhsuz Atmaca Ruhsuz Atmaca
İki resim arasında dağların olduğunu görmek mümkün.

Tasarım ile ilgili son olarak Ruhsuz Atmaca banner'ı hazırladım. Bu da sitesine eklemek isteyenler için:

Ruhsuz Atmaca-Banner
Eğer banner'ı sitenize eklemek isterseniz yapacağınız basit:
 Aşağıdaki banner kodunu kopyalayıp, sırasıyla Yerleşim-Gadget Ekle-Html/Javascript yolunu izliyoruz ve kodumuzu buraya yapıştırıp tamam diyoruz. Sonra "Düzenlemeyi Kaydet" deyip işlemi sonlandırıyoruz. 


Gelecek için planım ise; blogumda bir sosyal sorumluluk projesi yapabilirim. Aklımda olan bir tane var ama zamanın yoğunluğu yüzünden pek vakit kalmıyor ama fırsat bulduğumda startı da verilecek. Bunun dışında gelecek yıla kadar daha fazla insana ulaşmaya çalışacam. Umarım başarılı olurum, umarım Atmaca yüksekten uçmaya devam eder.

Not: Yazının dağınıklığı için kusura bakmayın bir seferde birçok şey anlatma telaşı...

Sinema ve Hayat: Yaşam Güzel...

$
0
0
Hayat zor, hayatın değerini anlamak ondan daha zor. Yaşıyoruz, yaşlanıyoruz ama dönüp bakmıyoruz ki, "ne yapmışım ben bu hayatta" diye. Herkes belli bir koşuşturmacanın, belli bir işleyişin peşinde. Kimileri bunun keyfini almışken, kimileri de "bitse de gitsek telaşın"da. Yaşamın denklemini çözmek zor, çünkü bu hayatın kombinasyonları çözülmeyecek kadar bir ömür ister. Kimse bu yükün altına giremeyeceği için bu çözümü düşünmez. Zaten girse de boşuna, ortalama ömrü olduğundan sonucu ya görür ya görmez...
Aslında bu yazıyı yazmaya karar vermemde en önemli etken geçen günlerde izlediğim iki film etkili oldu. Bunlar:

1- Korkusuz Korkak
2- The Click (Televizyon Kumandası)

Filmlerden bahsetmeye geçmeden önce, filmlerin güzel olup olmadığı konusunda bir yorum getiremem, "öyle bir blog değilim." Ayrıca bu film benzeri birçok film var ama yakın zamanda izlediğim filmler olması (Korkusuz Korkak bin kere izlemişimdir o ayrı) nedeniyle ve benzerlikler arz etmesiyle bu yazının konusu oluverdiler.

İnsan sağlığı çok önemli bir unsur, eğer onu elinden alırsanız, yaşamanın hiçbir önemi, hiçbir değeri kalmaz. Kıyıda köşede duran çöp misaline döner, başka bir tabirle "ayakta duran et parçası". Korkusuz Korkak filmini herkes bilir. Kısaca anlatmak gerekirse: Kemal Sunal'ın hayat verdiği, Mülayim Sert karakteri sıradan sade bir vatandaştır. Kimseye höt bile demeyen, şirkette arkadaşlarının işlerini yapan sade ve ezilen bir Türk vatandaşı. Bir gün doktora gittiğinde doktorun ona: "6 ay ömrün kaldı" demesinden sonra yaşam seyrindeki değişim benim yazıya başlangıç noktamı oluşturuyor. (Doktorla yaptığı pazarlığı da unutmamak gerek. Haydi 7 ay olsun. Bir binlik çalışır benden ) O güne kadar 9 kuruşun hesabını yapan Mülayim, "atın ölümü arpadan olsun" diyerek, har vurup harman savurur. Çünkü kaybedecek bir şeyi kalmamıştır.

Korkusuz Korkak Film Seridi

Gelelim ikinci film: The Click ya da Türkçe çevirisi ile Televizyon Kumandası. Adam Sandler hayat verdiği Michael Newman yoğun iş temposu yüzünden ailesine ve normal yaşantısına zaman ayıramamaktadır. Bir gün karşısına çıkan bir adam(melek) ona bir kumanda verir ve bu kumanda sayesinde yapması gereken işleri, hayatının bölümünden hızlıca geçer. Ve sadece sonuçları görür. Fakat kumandanın özelliği yüzünden geçtiği bu bölümleri yaşamak istediğinde, daha önceden istemediği için bu bölümler hızlanır. Ve bu hız yüzünden yaşlanır. Sonuçta karakter istediği iş hayatında başarıyı yaşıyor fakat hayatın tadını alamıyor; çünkü yaşlanıyor. Sonunda karakter ölürken meleğin ona ikinci bir şans vermesiyle hayatın yaşanılası olduğunu görüyor.

The Click (Televizyon Kumandası)- Film Seridi

Bugünlerimiz önemli onları çöpe atmamak gerekir. Yapacaklarımızı ve yaşayacaklarımızı bugünlerde yapmalıyız ki yarınlarımız oluşsun. Varolduğumuz bu hayatın bugünlerini bile bile çürütmeye çalışıyoruz. Hep varmak istediğimiz noktayı ön plana koyuyoruz ve o plan oluncaya kadar bugünler "çöp günler" olarak görüyoruz. Fakat yaş belli bir aşamaya gelince, geri dönüp baktığımıza "keşke" diyoruz. Bu yüzden: "Hayat yaşlanılası değil, yaşanılasıdır..."

Söz Sizde!

Not: Film şeridi yaptım ama oldu mu? bilinmez...

Radyo'nun İcadı ve Önemi

$
0
0
Bilindiği gibi teknolojik gelişmelerin ya da yeni icatların her devirde insan aleminde karşılanma biçimi aynıdır. Bugün yapılan atılımlar ve ortaya çıkarılan ürünlerin, tüketilme biçimlerine bakıldığında bu durumun geçmişte de aynı olduğunu söyleyebiliriz. O güne kadar olmayan ama o günden sonra olacak bir şey ve daha önce görmediği bir şey olduğu içinde yabancılık ve tatlı telaş...

1900'lü yılların en önemli icatlarından biriydi "Radyo". Belki bugün uzay üssü gibi olan telefonlar(tam bir tanım bulamadım) gibi ya da başından ayrılamadığımız televizyon gibiydi. Çoğu evde de yoktu ve sürekli bir yayın akışı yoktu ha!  Ülkemizde geçmişte radyoculuk diyince; büyüklerimiz size "Arkası Yarına" programlarını söyler. Onlar için çok önemli ve gerekli bir araçtı radyo.

ilk radyo yayını

Kısaca radyonun tarihine bakacak olursak üç dönem karşımıza çıkar.

1- İcatların Olduğu Dönem ( 1860'lı yıllarla 1915-1920'li yıllar arası)
2- Radyonun Parlak Dönemi (1920'li yıllarla- 1945-1950'li yıllar arası)
3- Televizyonun İcadından Sonraki Dönem ( 1950'li yıllardan günümüze)


Marconi ve Le de Forest

Başlıkları kısa geçmeye çalışacam. Radyonun tarihinin dönemlerinden ilki olan "İcatlar" dönemi telgraf ve telefonun bulunması olmuştur. Bu sayede bir noktadan başka bir noktaya iletimin sağlanmıştır. Ayrıca "Mors Alfabesi"de radyo için önemli bir durum teşkil etmektedir. Bu icatlar sayesinde radyonun temeli oluşturuldu.
Radyonun icadı ise, "Radyonun Babası" olarak adlandırılan Marconi; bir tepeye koyduğu antenle tüfeğini ateşledikten sonra sesin iletimini görmesiyle başladı. Daha sonra ailesi bu icadın önemini anladı ve onu Amerika'ya götürdü. Yaşını hatırlamıyorum ama "Amerikan Telsiz Şirketini" kurdu. Fakat, Marconi'nin yaptığı cihaz sesi düzenli olarak iletmiyordu. Bu icadın devamı olarak Le de Forest, "Vacum Tube" buldu. Bu icat sayesinde ses daha kaliteli şekilde iletilebiliyordu. Bunun dışında bilinmesi gereken radyo dalgalarını keşfeden Maxwell ve onu deneylerle ispatlayan Hertz de radyonun mücitlerinin başında gelir.

Maxwell ve Hertz

İkinci olarak; "Radyonun Parlak Dönemine" gelirsek, konuyu fazla açmadan bu anlamda bilinen en önemli olay Kanadalı Reginald Fesenden ilk uzun mesafeli yayını yapması ve bu yayının okyanusta giden gemilerin telsizleri tarafından dinlenmesidir. Radyonun Altın Çağı deyince önümüze savaş yılları çıkıyor. O günlerde -bugünlerde sosyal medyada karşımıza çıkan- bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Fakat bu yıllardan sonra başlayan dönem Radyo'nun Altın Çağını oluşturuyor; çünkü artık düzenli yayınlar başlıyor.

Not: Türkiye'de düzenli yayın 1923 yılında olmuştur.

Aslında yazıya başlarken amacım sadece "Televizyon Sonrasında Radyo"ydu. Fakat okurken birazda bilgi vermek iyi olur düşündüm. Şimdi gelelim esas konumuza: Televizyon Sonrasında Radyo ne oldu?

Yeni gelen bir icat ya da üretim bir öncekinin devamı ya da alternatifi olsun, bir önceki icadı köreltir. Çünkü yenidir ve daha kullanışlıdır. Günümüzde de "yeni model telefon çıktı, eskiler çöp oldu..." mantığını görebiliriz. Radyo geçmişten günümüze gelen bir varoluştu. İnsanları düşünmeye sevk eden, onlara yorum kabiliyetini arttıran bir araçtı. "Arkası Yarına" programlarını bilmiyorum ama anlatanların anlatıkları olayın muhteşem olduğuydu. Geçmişte süreli yayınlar olmadığı için bugün ki televizyonda dizi bekler gibi radyo başında onları bekler, oturup dinlerlermiş.

Televizyonun günümüz etkin hayatında zamanla başlayarak yer alması Radyo ve Radyoculuk kavramını değiştirdi. Zamanla radyo dünyasına giren özel sektör radyoları da bu değişimin bir parçası oldu. Günümüze gelen bu süreçte programcılıktan, müzik yayınına geçildi. Eskiden programlarıyla anılan radyo, müzik kutusuna dönüşmeye yüz tuttu. Ha program yapan yok mu? onuda sık radyo dinleyenler iyi bilir.

Türkiye'de radyoculuk çok önemli bir araç ve radyo deyince ilk akla 1927 yılında İstanbul Sirkeci'de Büyük Postane'nin stüdyoya dönüştürülen ve bazılarına göre Eşref Şefik, bazılarına göre Gazi Evranosoğlu tarafından şu sözle başlayan:

“Alo alo, muhterem samiin… Burası İstanbul Telsiz Telefonu… 1200 metre tul-u mevç, 250 kilosaykıl… Bugünkü neşriyatımıza başlıyoruz.”
ile başlayan yayının başlangıç sözleri gelir.
Sirkeci-Büyük Postane
İlk radyo yayının yapıldığı "Büyük Postane"
Son olarak
Unutulmamalıdır ki radyo insan hayatının en önemli iletişim araçlarından biridir. Deprem ya da daha farklı doğal afetlerin olduğu dönemlerde televizyonların yapamadığı yayınları radyolar/radyocular çok rahat bir şekilde yapmıştır. Bu yüzden radyoya müzik kutusu değilde önemli bir iletişim aracı olarak bakmak gerekir.

Not: "Radyonun İcadı" konusunda daha detaylı ve doğru bilgi almak isterseniz bknz...

Söz Sizde! 

Eğer yazıyı tamamen okuma teşebbüsünde bulunduysanız, yorum bölümüne: Sizin için radyo veya radyoculuk, olmadı radyo programları hakkında görüşlerinizi bildiren 3-5 cümle yazarsanız sevinirim...

Teşekkür: "Konu ve Konuk Olduğum Bloglar..."-14

$
0
0
İyi günler değerli okuyucular. Bloggerda yazdığım yazılar kapsamında kendi blogumun kişiselliği sınırında yer almayan ama yazmaktan keyif aldığım konuları elimden geldiğince başka bloglarda hayata geçirmeye çalışıyorum. Bu bağlamda blog dünyasında olduğum bir yıllık dönem içersinde 19'a yakın misafir yazarlık deneyimim oldu. Bu günde 20. yazım Blog Hocam'da hayata geçti. Umarım keyif alacağınız bir yazı olmuştur...

Yazıya aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

Yazı= Bloggerlar İçin Hedef Kitlenin Önemi : http://bloghocam.blogspot.com/2013/07/bloggerlar-icin-hedef-kitlenin-onemi.html




Blog Hocam - Daha İyi Bloglar İçin

Hayırlı Ramazanlar-2: Şükür

$
0
0
Her şey başlangıcında zor gelir. Nasıl yapıcaz? Nasıl olur acaba?  Nasıl geçecek bu ay? diye sorularla meşgul ederiz zihinlerimizi. Ramazanda bu başlangıçlardan biridir. Bu mübarek aya girdiğimizde önümüzde çıkmamız gereken bir dik yamaç olduğunu görürüz. Fakat yaşamaya başladığımızda her tırmandığımız yamaç, attığımız her adımın ne derece zevkli olduğunu görürüz.
Ramazan geldi geçiyor, peki sana ne kazandırdı bu "11 Ayın Sultanı?" O uzuncana tuttuğun oruç sana neler verdi?, empati yapabildin mi? senin dışındakilerle. Ramazan'ın bir insan hayatına kattığı bereket her zaman farklıdır. Bir kere bu ayda bütün insanlar eşittir. Zenginde fakirde eşittir. Zengin parası olduğu halde yiyemezken, fakirde parası olamadığı halde yiyememektedir.

Bu ayın insana kazandırdığı, Rabbimizin bize bu ayda armağan ettiği en önemli şey şükürdür. Şükür her inanca sahip olan insana gereken bir durumdur. Basitçe tanımı yapacak olursak; Rabbinin verdiklerine karşı ona dua etmek, bu duruma karşı bir teşekkür etmektir. Fakat, şükür olayının her anlamda insan hayatına yararı vardır. Bu olay sadece Rabbine teşekkür etmek değildir. Şükür=empatidir.

Şükrü yapan her insan aslında bunu Rabbine karşı yapmaz ya da Rabbi için yapmaz. Aslında ibadetlerin temelinde de bu yatar. Yaptığım bir şeyin Rabbine yararı yok. Rabbinin amacı seni güzel bir insan olarak görmektir. Bu yüzden ne ekersen kendine...

Bu ayda zenginde fakirde eşittir dedim. Ramazanın insan hayatına kazandırdığı çok şey vardır. Sadece oruç tutuyorum diye bir görev değildir. Zaten ibadetlerimizin temeli her zaman Rabbimize olan sadakati göstermenin dışında diğer insanları anlama ve onlara yardım etmedir. İşte burada, Ramazan Bayramında tutulan orucu da bu kapıya çıkar.

Herkes aynı anda orucu açar ve hep birlikte açar; yani aile olur. Oruç açarken insan empati görevini açar. "Bugünde orucumuzu helal rızklarla açtık ya açamayanlar?" İşte empati de burada başlar ve ardından açamayanlar içinde dua edersin. Ramazan boyunca şükretmek bir kul için çok önemli.

Ramazan boyunca bir değerli ve önemli unsurda verilen nimetin her tanesine kadar ne kadar değerli olduğunu anlamaktır. Sen bir pirinç tanesini yememeye tenezzül ederken o pirinç tanesini bulamayanlar olduğunu ve o pirinç tanesi için savaşlar yapıldığını görmeni sağlar.

Arapça Allah Yazısı

Ramazan Bayramının insan bilincini oluşturmada ve geliştirmede çok önemli faktörü vardır. Bu ayda yapılan her duanın, yapılan her dini hareketin bereketi  yani getirisi farklıdır. Yazıyı bitirmeden önce bir önceki paragrafta söylediğim gibi bu ayda insan bir pirinç tanesinin değerini anlar yani bu ayı gerçekten yaşayan biri israfın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlar. Bu yüzden bu aydan başlayarak elimizden geldiğince israfı önlemeye çalışalım. Bilelim ki sadece o kırıntılar için insanların öldüğünü ya da çoğu insanların o kırıntılar için günlerce bedenini yıprattığını. Ve son olarak her orucumuzu açtığımızda Rabbimize olan şükrümüzü en iyi şekilde yapalım. İşte o zaman gerçek kul olma yolunda ilerleyebiliriz.

Sinema ve Hayat-2: Max Payne'in Ölümsüz Aşkı

$
0
0
Max Payne oyununu bilmeyeniniz yoktur. Özellikler 2000'lerin başında bilgisayarların daha fazla dünyamıza girmesiyle başlayan oyun trendinin tercih edilen en önemli ürünüydü, "Max Payne". İnternet kafeler de geçirilen onca saatin, boş geçen günleri doldurma sebebiydi kendileri. Birçok kez kendilerini oynamak için internet kafeye gitmişimdir. O dönemde favori olan iki tane oyun vardı ( yaşadığım bölgede en azından ): 1- GTA, 2- Max Payne. 

The Fall of Max Payne
The Fall of Max Payne
 Her ne kadar bilgisayarın başında zaman geçirmeyi tasvip etmesem de; bu iş birazda fala inanma falsız da kalma olayıyla eşdeğer. Bilgisayar oyunları birer filmdir. Çünkü oyunlar yapılmadan önce bu oyunların üzerine oturtulacağı bir senaryosu vardır. Bir karakteri ve bir önermesi vardı.Kendi içinde çatışması vardır. Oyunun kahramanıyla özdeşleşme vardır. Bu yüzden bilgisayar oyununda biz belirli bölümleri oynarken o filmin izleyicisi yanında sürükleyicisi oluruz. Bu bağlamda unutulmayanlar arasındadır, Max Payne. (özellikle ikinci oyunu; Fall of Max Payne) Oyuna başlamadan önce olayların anlatıldığı karikatür bölümleri, şarkısı hala aklımdadır.


O döneme göre bakıldığında grafik kalitesi olarak her ne kadar kötü olsa da; anlamsalık bakımında bir o kadar iyidir.Tabi burada oyun şöyledir böyledir diyemem.

Max Payne ve MonaGelelim konumuza oyunun ikinci bölümünde anlatılan Mona ve Max aşkı bir çıkmaz sokak ilişkisiydi. Max polistir ve ilk bölümde(serinin ilk oyununda) narkotik bölümünde iken; burada New York polis departmalığına gelir. Mona ise Max'i öldürmek için Vlad tarafından tutulmuştur. Vlad'da, Max'in arkadaşı görünümlü düşmanıdır. Oyunda, Max'i öldürmek için tutulan Mona; ona aşık olunca Max'in zor anlarında ona yardım eder. Fakat, oyunun sonunda olay anlaşılır. Mona Max'i vuramaz ve Vlad'ın Max Payne'i vurmak için Mona onu vuramaz.  Max'in yakalamak istediği Vlad, Mona'yı vurur.  Max, Vlad'ı öldürdükten sonra Mona'ın yanına gider ve Mona ölür. (Bazı yerlerde oyunun oynanma şekline göre Mona'nın ölmediği söylenmektedir.)
Mona'ın Son Anları

Hikaye olarak bakarsak bir ulaşılmazlık, bir kesişmezlik olduğunu görürüz. Bir yol var ama o yol girenler çift ters istikametlerde. Biri iyinin yanında iken diğeri kötünün. Sonunda yollar aynı istikamette olduğunda ise ayrılık vakti gelmekte. İmkansız aşk dediğimiz, çıkmaz sokaklarının bol olduğu bu girdap insan hayatında var olan bir hastalık. Sen seversin o sevmez, ikisi de sever bu sefer aile çıkar karşına, ne bilim maddiyat çıkar. En sonunda "bu iş oldu" dediğinde ise bir çeşit ayrılık.

Kaba taslak bir özet vermeye çalıştım. Zaten oyunu oynayanlar veya filmini izleyenler Max Payne hakkında az çok bir bilgiye sahiptir. Burada bahsetmek istediğim oyunların sinemasal durumu ve bu oyunu birazda çok sevdiğimdir. Oyunların az da olsa sinemasal değeri vardır. Çoğu kez oyuna başlamadan önce, izlenmeden geçilen videolar aslında sana izletilmek istenen filmin kestiğin sildiğin parçasıdır diyebiliriz. Bilgisayar oyunlarının bir sinemasal konumunu içinde bizde yer aldığımız için aktif animasyon filmler olarak niteleyebiliriz. Neyse, Max'in slow montiondaki uçusu gözümde canlandı da: "Ne oyundu be".


Max Payne Film Şeridi

Söz Sizde!
Oyun hakkındaki görüşlerinizi yorum formundan bildirebilirsiniz...

Mim-2: Nerede Eski Bayramlar?

$
0
0
Aslında bu başlığı bugün her söylediğimizde bir esprinin olduğu düşünülür ama bugünümüze baktığımızda geçmişimizin ne kadar iyi ve yaşanılabilir olduğunu görüyoruz. Bir zamanlarşöyleydi dediğimiz o kadar çok şey var ki, hatırlasakta hatırlatsakta nafile... "İnsanın gerçek yurdu/vatanı çocukluğudur/geçmişidir" derler, çok doğru söylerler.

Yaşıyoruz, yaşlanıyoruz bir neslin temsilcisi iken diğer nesle kucak açıyoruz. Fakat biz kendi neslimizde atalarımızdan öğrendiklerimizi yeni nesle öğretemiyoruz/öğretmiyoruz. Sonuç ne oluyor başkalaşıma uğramış yeni nesil. Sonra diyoruz ki: "Bu nesil çok bozuk."

Artık hayat eskisi gibi olmadığından bayramlarımızda eskisi gibi değil. Yaşam koşulları, gelişmişlik, ilerleme insan hayatında bir takım yalnızlıklara yol açmakta, insanları bir birinden uzaklaştırmakta. Günümüzde tatil olarak görülen bayramların aslında amacının o olmadığı birçok kişi tarafından anlaşılmamaktadır. Bayramların amacı küslüğü sona erdirmek, ilişkileri pekiştirmek, saygıyı, sevgiyi artırmaktır. Unuttuklarını hatırlamak, kalp kırıklarını onarmaktır. Ama gel gelelim günümüze bayram geldiği zaman çocuklar: "Baba bu bayram kaçıyor muyuz? oluyor.

Ben bu bayramda bir şeyin daha öldüğünü gördüm, "davulculuk." Önceleri hoşça karşılanan bu gelenek artık teknolojinin getirdiği bir durum ve neslin bu geleneğin anlam ve önemini bilmediği için "Saatim var ben kalkarım ne gerek var!" düşüncesine dönüşmesine yol açtı. 90'larda çocuk, 2000'lerde genç olduğumdan geçmişi hatırlarım. Çocukken yarım yamalak tuttuğumda benim kahramanlarımdan biriydi davulcular. Annem tutmamı ne kadar engellese de onlar kaldırırlardı beni.

Eskiye göre değerlendirdiğimizde günümüz bayramlarının bir diğer kaybı ziyaretler. Tatile çıkanları bir yana koyarsak, insanların birbirinden nefret ettiğinden midir? bilinmez artık kimse kimsenin evine adım atmıyor. Bugünün amacı ilişkileri güçlendirmek, insanlar arasındaki bağları onarmak iken böyle bir durumun olması acı tabi. Birde toplu mesaj olayı işi hallediyor. Mesaj yolla evde kal hesabı.

Eskiden bayramların en karlı durumu harçlık olayıydı. Bu durum aslında hala devam ediyor. Tabi bende biraz ters artık harçlık verir duruma geçtim. Bayramların anlamı eğer günümüz nesline iyi anlatılabilirse tabi ki istenilen ve yaşanılması gereken bayramlar yaşanabilir ama birinin/birilerinin anlatması gerek. Son yıllarda bayramların yaz ayılarına denk gelmesi biraz tatil mod havası yaşatsa da umarım gelecek bayramlarda tatili değil de, dostluğu kardeşliği düşünürüz...

Bu yazıyı aslında mim yazısı olarak düşündüm bu yüzden fikirlerini merak ettiğim blogları mimliyorum. Onların eski bayramları acaba nasıldı?


Söz Sizde!
Ayrıca yazıyı okuyan okuyucularım yorum bölümünde geçmişteki bayramları veya günümüzdeki bayramları nasıl geçirdikleri hakkında bilgi verebilirler. Teşekkürler...

Kötü Blogger Olmak İçin Yapılanlar/Yapılmışlar...-2

$
0
0
Geldik serinin ikinci yazısına, "Kötü Blogger Olmak İçin Yapılanlar/Yapılmışlar..." diye sıralıyorum kendimce, blogger dünyasında şuanda sahip olduğum blogla birlikte 2 buçuk sene dolmak üzere gördüklerimden ve okuduklarımdan yola çıkarak derleme yazısıdır. Şöyle anlaşılmasın benim blogumda yazdıklarımda dört dörtlük, on numara yazılar değildir. Hani "yazıyor ilk önce kendisine baksın" olmasın. Kaldığımız maddelerden devam edelim( Okumayanlar için birinci yazıya bknz...):

blogger hayatı

5- Başlıklar ve Kullanılan Font
Aslında logo için ne dendiyse bu iki konu içinde aynısı söylenebilir. İticiliği getiren unsurdur, teknik bir konudur ; fakat üzerinde durulması ve bir şekilde halledilmesi gereken bir konudur. Geçen gün bir siteye girdiğimde yazının fontunun yazı başlığından büyük olduğunu görmüştüm. Başlığı büyüteçle aradım, ancak bulabildim. Bir satır bütün ekranı kaplamıştı zaten satır satır oku demek istedi herhalde site sahibi. Gerçekçi olmak gerekirse antipatik ve sinir bozucu geldiğini söyleyebilirim.

6- Kullanılan Dil
Dil önemli bir konu, zaten sürekliliği sağlayan önemli unsur. Blogger olan bir insanın bunu kendince çok iyi belirlemesi gerekir. Dil sonucunda size bir üslupta getirecektir. Kullanılan dil ne abartılı olmalı, ne de günlük yaşamdaki rahatlıktan. Okuyucu kitlesi ondan hoşlanıyorsa diyebilecek bir şey yok.

Birde blog yazarları için kelimelerin doğru kullanımı önemli "-de,-da" ayrımını bilmek önemli. Yanlarında sözlük bulundurmaları gerekebilir. Bu konularda benimde hatalarım var ama olabildiğince doğru şekilde yazmaya çalışıyorum. Bir şey anlatırken, bunun yanında insanlar okuduğu kelimeleri ilerde kullanacaktır. Bir kelimeyi doğru aktarmak ilersi için önemlidir.

blogger

7- Yorum Yapma
Yorum bir blogger için en önemli olaydır. Gelen yorumlar blogger'ın eksiklerini göstermede en önemli faktördür. Fakat, izleyici çekeyim diye, adına SEO  dedikleri çalışmaları yapan insanlar; yorum yaptıkları blogun altına hemen kendi sitelerinin linkini ekliyor. Zaten yorum yapınca ismine tıklasalar sitendeler böyle yapınca nakavtsın.

8- Doğru İçerik
Blogger, blogu için yazmalı ve yazdıklarını yazmak için yazmamalı. Her gördüğü börtü böceği yazmamalı, her olayı içerik ya da yazılabilecek bir konu olarak görmemeli. Bunlar iyidir diyenlere: "Bunlar bir takım uydurmalar" derim. Sonra izleyiciler "Seo ordan ne görse yazıyor" derler. Sevdiğiniz ve sevileceğini düşündüğünüz şeyleri yazın. Yoksa sadece sizin sevdiklerinizi yazmayın. Birde incir çekirdeğini doldurmayacak konularla ilgili şeyleri twitter da yazın. Özgün yazı bir blogun can damarıdır.

9- Reklam Olayı
Belki bir iki sene önce bu kadar popüler değilken şimdi blogger girenlerin -azımsanmayacak kadar- çoğu kısa yoldan para kazanma peşinde. Hani bir işin içine para girerse işin yoldan çıkacağı belli olurya bu olayda da böyle oluyor. Bu olayı hepimiz yaşıyoruz, tam siteye girdik ağız tadıyla okuyacaz hop ışık çıktı, yorgan düştü reeeeeklamlaaaar. Ondan sonra gelde çık işin içinde. Daha bir aylık blog reklam alma; peşinde, ayıptır, yazıktır. Reklam olayına girecek blogların bu işi okuyucuların gözünden de düşünmesi ve o pencereden baktıktan sonra karar vermesi gerekir.
Blogger Sevgisi

Blogger olmak genel olarak kolay görünen bir platformdur; fakat işin özeline girince ve birazda işin sorumluluğunu görünce iş birazda değişiyor. Bu yüzden sorumluluklar dahilinde hareket etmeli, okuyucuda göz ardı edilmemeli. Bugünkü yazımızın sonuna geldik. Umarım keyifli ve güzel bir yazı olmuştur.

Sinema ve Hayat-3: Max Payne Döndü

$
0
0
Kaybolmuşluk, unutulmuşluk, bitkinlik ve bıkkınlık. İnsan, hayatının birçok evresinde, birçok bölümünde bu hislere sahip olur. Depresif hareketler, içsel bunalım ve yitiklik olmayacak kadar fazladır bu dönemde. Max Payne'de hayatının birçok evresinde bu ruh halini bu bunalımı yaşadı.daha öncede bahsetmiştim kendilerinden. Hayat ona hiç bir şekilde gülmemişti ve ondan çok şey almıştı.

İlk önce karısını ve çocuğunu kaybetmişti, sonra yeniden onu hayata döndürecek olan yeni aşkını. Yitkinlik ve bıkkınlık işte tamda burada başlamıştı. Hayat hep alıyor; ama nedense hiç vermiyordu. Belki de hayatın kaybedeniydi kendileri. Sadece savaşmak için dünyaya gelmiş bir lider; fakat kaybeden bir lider. Kendisine zarar gelmezken sevdikleri hep zarar görüyordu. Kendisine zarar vermeye çalıştığında etrafındakiler zarar görüyordu.
Max Payne Tüm Seri Wallpaper


Karakter yaratımı olarak muazzam bir karakter Max Payne. Geçen yazımda da belirtmiştim oyunların sinemasal değeri vardır. Max Payne'de sinemasal bir kahraman, yapı olarak incelendiğinde empati kurulabilecek ve öykünebilecek bir karakter. Fakat bir kez daha söylemekte yarar var o tam bir "kaybeden bir karakter..."(çoğumuzda öyle değil mi?) Max Payne karakterini yeşilçamda bir kılıf uydurmak istersek; buna en iyi örneğin "Cüneyt Arkın"ın olabileceğini söyleyebilirim.

Max Payne-3

Yakın zamanda Max Payne 3 oyununu oynama fırsatı buldum. Hani oyun kısmında kısaca bahsedecek olursak; bana göre oyun güzel olmuş. Hem grafik anlamında hemde senaryo anlamında. Artık oyun ve grafik teknolojisinin gelişmişliğine düşünürsek karakterler çok canlı ve ortamlar gerçekçi.(bir takım eksikler var ama) Ama eski serilere göre birazda oynamak eylemini ortaya çıkarmaya çalışmışlar. (duygular ikinci planda)

Bu bölümde serinin 2 oyununun dokuz sene sonrasına gidiliyor. Polisliği bırakan, ünlü bir iş adamının özel güvenlik elemanı oluyor. Pek karakter ismi vermeden burada bu iş adamının kaçırılan karısını kurtarmak isterken kendini bir anda çetelerle savaşırken bulur. Fakat oyunda gene talihi dönmeyen Max iş adamını karısını kurtaramaz ve hatta onu öldürmeye gelen çete iş adamını da öldürür. Oyunun geçiş teaserların da Max'in bunalımlı ve stresli anlarını görmek mümkün.

Max Payne-3


Oyunun sonuna gelecek olursak her oyunda olduğu gibi Max kayıplara rağmen girdiği savaşı kazanır. Ve tükenmişliği ve kaybetmişliğini Brezilya'nın Bahia şehrinde unutmaya çalışır. Bu oyun hikayesi için son mudur bilinmez ama umuyorum ki son olmaz. Çünkü daha her ne kadar kazanarak bitirdiyse de  Max Payne'nin hayatın ondan aldıklarına karşı bir intikam savaşı var ve o kadar da kolay...

Ayrıca oyunun vazgeçilmez müziğini dinleyin ama tavsiyem huzursuz bir anınızda iseniz sonraya erteleyin...
Max Payne-Cello
Viewing all 431 articles
Browse latest View live